ÜNİVERSİTE-TOPLUM İLİŞKİ

2 Şubat 2019

Bu yazımızda üniversite-toplum ilişkisine değinecek ve üniversitelerimizdeki mevcut durumu değerlendireceğiz.  Hep söylemeye çalışıyoruz.  Üniversiteler, klasik bir kamu kurumu gibi tek düze yönetilen alanlar değildir.  Bu kurumların, aniden parlayabilecek engin bir potansiyelleri vardır, topluma dokunurlar ve farkındalık yaratırlar. Yalnızca dokunmakla ve farkındalık yaratmakla kalmazlar, yetiştirdikleri nesillerle, bu işlemlere süreklilik kazandırlar.

 

Daha da önemlisi, bu kurumlar toplumdaki doğru söylem ve eylemlerin en önemli kaynaklarından biri, hatta en önemlisidir.  Üniversiteler; ister orta çağda olduğu gibi bir öğrenci veya öğretim elemanı topluluğu olsun, ister 19.yüzyıldaki gibi doğayı keşfetmeyi hedefleyen Humboldt modelindeki araştırmacı kimlikli bir birim gibi algılansın, ister modern çağdaki bilgi üreten ve bunu toplum yararı için transfer eden yükseköğretim kurumları haline dönüşsün, hep doğruyu söylemişlerdir, hep hak ve adaletin en güzel temsil edildiği alanlar olarak bilinmişlerdir.  Bu yüzden de üniversiteler güvenilir kurumlar sıralamasında en başlarda yer alışmışlardır. İstisnaları yok mu? Elbette vardır. Dönem dönem bu istisnalara rastlanmıştır.

 

Üniversiteler, güvenilirlik konusunda bugün de böyle midir? Toplumsal faydaları hangi düzeydedir? Tartışacağız.

 

Toplum, üniversiteleri nasıl algılıyor? Önce üniversite dışını değerlendirelim.  Elbette ebeveynler, gelişmiş ve huzurlu bir üniversite isterler.  Ancak esnaf, tüccar, iş çevresi genelde böyle düşünmez. Özellikle küçük şehirlerde veya bünyesinde yalnızca bir üniversitenin olduğu illerde, üniversitenin toplum üzerindeki etkisi çok daha belirgindir. Daha doğrusu bu şehirlerde toplum-üniversite etkileşimi daha canlıdır, olumlu ya da olumsuz etki çok daha kısa bir sürede ve belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Bu şehirlerde halkın bir bölümü; üniversiteyi bir gelir kaynağı, yakınlarının çalışabileceği bir kurum veya kazanç sağlanabilecek bir ekmek teknesi gibi görür. Adeta onlar için üniversite bir bacasız fabrikadır. Ama bunun dışında üniversitelerin farklı bir konumda ve yapıda olmasını isteyen azımsanmayacak seviyede bir halk kitlesi de mevcuttur.

 

Üniversite yönetimleri de kurumlarını; siyasi bir hata yapmadan (etliye sütlüye karışmadan), devletin menfaatleri doğrultusunda, birey gelişimine önem vermeden ve yükselen değerleri dikkate almadan idare etmeye çalışırlarsa, ipler kopar ve üniversite bir ticarethaneye, halk ta buradan yerine göre alışveriş yapan bir bireyler topluğuna dönüşür. Tüm bu sorunları aşabilmemiz için insanımızı “üniversite iyi, doğru ve güzel yapar” demeye alıştırmamız gerekmektedir.  Bunun için de doğru icraatlar yapılması ve sabırla çalışmaya devam edilmesi gerekir.

 

Üniversiteler; o şehrin trafik sorununu çözecek, su kaynaklarının etkili kullanımını planlayacak,  kentleşme ile ilgili yeni bir vizyon ortaya koyacak, afet durumunu değerlendirecek, tarımsal verimlilik ile projeler üretecek, çevre kirliliği ve iklim değişimi gibi küresel sorunlar üzerinde çalışarak yerel etkileri ölçeklendirecek bir anlayışa sahip olmalıdır.  Özetle, üniversitelerin bu ve benzeri konularda halkın yaşamını kolaylaştıracak ajandaları olması gerekir. Üniversite kurumuna saygı ancak bundan sonra oluşur. İdeal olanı, üniversitelerin toplumun her sorununa ışık tutabilecek bir aydınlanma merkezi şeklinde faaliyet göstermesidir.  İnsana hizmet hakka hizmettir. Ancak bu hizmeti yaparken nerde, nasıl ve hangi donanımla durduğunuz önemlidir. Rektörler, bu nedenle konusunda en yetişmiş insanlarla çalışmaya özen göstermeli ve her konuda kendi önlerini açabilecek bilim insanları ile çalışmayı prensip edinmelidir. Üniversite dışındaki kesim de bu durumu görerek yersiz, haksız ve adaletsiz uygulamaların yapılmasını üniversite yönetimlerinden istememelidir.

 

Dekanlık görevini yürütüyorum.  Rektör benden öğrencisi olmayan bir bölüme bir kişinin öğretim üyesi olarak alınmasını istedi.   İlgili bölümde üç anabilim dalı mevcut. Baktım ki; bu bölümde üç öğretim üyesi var. Üçü de aynı anabilim dalında. Üstelik alınması istenen kişi de aynı anabilim dalından. “Benim insanım veya benim isteğim” diye birbirine benzer kişileri tercih etmek doğru değildir.  Karşı durdum. Ama ben izindeyken ilana çıkılmış ve bu kişi ben görevden ayrıldıktan sonra da kadroya alınmış. Olmadı.  Bir rektör, birbirine benzeyen değil birbirini tamamlayan insanlarla çalışmalı ki; her sorunu göğüsleyebilecek bir kapasiteye ulaşabilsin. Bana göre, üniversite çalışanlarının birinci derece yakınları, ilgili üniversitede çalışmamalı ve hiçbir şekilde bu üniversite ile iş ilişkisi içinde bulunmamalı. Hatta çocukları bile aynı üniversitede okumamalı. Bizim gözümüz de “ideal üniversite” bu.  Zihinlerdeki zedelenmeler, sonradan çözümü zor sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor.

 

Biz, hamdolsun ki yaklaşık 25 yıldır kurucu olduğumuz sivil toplum örgütleriyle, birikimimizi topluma aktarmaya çalışıyoruz.  Bugüne kadar işlerimizi öğrencilerimizle paylaşarak yürüttük.  İlk defa 1999 yılında 40 kişilik bir sınıfta başladığımız toplantılarımızı 1000 kişiyi bulan uluslararası sempozyumlara dönüştürdük. Barajlar ve su kaynakları ile ilgili 10’a yakın büyük toplantı yaptık. Ama bunları yaparken hiçbir etkinliğin direkt sosyal faydasını ihmal etmedik.  Her toplantımıza yakın köy okullarından, Yatılı İlköğretim Bölge Okullarından (YİBO), Çocuk Esirgeme Kurumundan yavrularımızı davet ettik. Onlara yemek yedirdik, o dönemin ünlüleri ile temas etmelerini ve ellerini tutmalarını sağladık, filmler izlettik.  Onları, bir gün bile olsa o yeknesak yaşamlarımdan kopardık. Aslında bu uygulamamızda davetlilerimize “Bakın çocuklar sizin önünüzde ablalarınız abileriniz var, bunlar okuyup mühendis, avukat, doktor olacaklar, siz de onları örnek alın” ve birkaç sene sonra hayata takdim edeceğimiz öğrencilerimize de “bu tür davranışları benimseyerek hayatınızı iyiliklerle süsleyin” demek istedik.

 

Hiç unutmuyorum.  Bir büyük uluslararası katılımlı toplantıya Sivrihisar (YİBO)’dan bir otobüs öğrenci getirmiştik. Özellikle onlar için toplantımıza Toprak Dede Hayrettin Karaca’yı davet ettik. Allah rahmet eylesin geldi, onlara dokundu, öğütler verdi ve öğretmenleriyle konuştu. Arkasından yarışmalar düzenledik, hediyeler verdik ve insan-hayvan dostluğunu işleyen “Tilki” isimli bir film izlettik ve üniversitemiz tiyatro topluluğu bir oyun sergiledi. Yemek yediler, üniversitemizi gezdiler ve akşam da yaklaşık 100 km mesafedeki Sivrihisar ilçesindeki yurtlarına uğurladık onları.  

 

Aylar sonra bu yavrularımıza o gün rehberlik eden okulun müdürü ile konuştum. “Nasıl öğrencilerimize faydası oldu mu bu etkinliğin hocam” dedim.  Samimi ve alçak gönüllü bir insan olan bu hocamız “Ne diyorsunuz, çocuklar o günden sonra bana nerede tilki bulabileceklerini sordular. Ben de ‘Kediler, köpekler var. Her birinizin bir dostu olsun. Onlarla arkadaşlık edin’ dedim. Çocuklar, civardaki hayvanlarla konuşmaya ve yemeklerini paylaşmaya başladılar. Bir süre sonrada onlarla birlikte, TEMA’dan temin ettiğimiz meşe palamutlarını kıraç Sivrihisar topraklarıyla buluşturduk” dedi.

 

Bundan büyük mutluluk olabilir mi? Bunları duyduğunuzda yeniden doğuyorsunuz.  Ben ve benim gibi düşünen öğrencilerim için bunlar, bizi hayata bağlayan kılcal damarlardır.  Bunları yaşadıkça ve iyiliklerle beslendikçe hayata tutunma aşkınız artıyor, hangi alanda olursa olsun işinizi en iyi şekilde ve şevkle yapmaya çalışıyorsunuz.

 

Şunu da anlatmadan geçemeyeceğim. Yukarıda bahsettiğim toplantıdaki YİBO öğrencilerimizin okullarından alınıp kongre salonuna getirilmesiyle ilgili bir detay bu:  Genç bir kız öğrencimi (ismi Pınar Varol) bu amaçla görevlendirmiştim. Otobüsü de bir kamu kurumundan almıştık. Alanyalı olan bu öğrencim ufacık tefecikti ama cebbardı, tutuğu işi koparır ve eksiksiz yapardı. Nitekim gitti, öğrencileri aldı ve çocuklara rehberlik yapacak diğer ekibe teslim etti. Bu ekipte de akılı bir delikanlı vardı (Buminhan Emre). Kongrenin ortalarına doğru baktım ki; bizim cebbar kızımız kongre salonundaki merdivenin altında ağlamaklı bir halde oturuyor.  “Nol du Pınar?” dedim. Önce konuşmak istemedi.  Ancak sonra içini çekerek ve gözleri yaşlı bir biçimde “Hocam biz öğrencilerin bir kısmını otobüse aldıktan sonra diğer öğrenciler de gelmek istediler. Ama hepsini getirme imkânımız yoktu. Biz otobüsle hareket ederken, o öğrenciler yurdun üst katlarındaki tuvaletlerin pencerelerine çıkmışlar ‘bizi de götürün’ diye ağlıyorlardı. Dayanamadım onun için hislendim. Keşke böyle bir şey yaşamasaydım” dedi. İşte iki taraflı dokunmak bu. Ben inanıyorum ki; o küçük, zarif ancak yüreği büyük Pınar; aynı heyecanla bu tür hizmetlerine devam etmektedir.

 

Bu tür davranışlar demetini; delikanlı (bu arada kızlarda delikanlı olur), kişilik oluşumunun son safhasında olan ve bir meslek edinmeye çalışan genç birine, üniversite dışında nasıl kazandırabilirsiniz?  İşte zihnimizdeki ideal üniversite bu.

 

Esnaf Kefalet Odalar Birliği Başkanı “Hocam meslek edindirme kursları açıyoruz, bize destek olan üniversitelerden bir kişi yok” demişti.   Sanayi Odası Başkanın, “Organize Sanayi Bölgesi içinde bir Meslek Yüksek Okulu var. Kendi kendilerine bir şeyler yapıyorlar. Biz de bilmiyoruz ne yaptıklarını” dediğini dün gibi hatırlıyorum.

 

Böyle olmamalı.  Yeri gelince açıyoruz ağzımızı, “Her üniversitede teknokent var” diye. Ama şehirde yaşamı kolaylaştıracak küçük bir projeyi, üniversite marifeti ile hayata geçiremiyoruz. Üniversite-toplum etkileşimi bu şekilde gerçekleşmemelidir. Aksi halde üniversitelerin toplumsal faydaları daha çok tartışılır hale gelir.

 

Yazımızı özgün ve yeni bir ifade ile bitirelim: Üniversite; hangi alanda olursa olsun kendi mezunları ile rekabet eder durumda bulunmamalıdır.  Çok tartışılacak bu konuya bir başka yazımızda detaylı değinmek istiyoruz.

 

Seven, düşünen ve üreten insan için devam.

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

Eskişehir Web Tasarım